13 Ağustos 2014 Çarşamba

Mitos'un Yadigârı

Yaşanmış bu hikayenin kahramanları belki de bize ulaşırlar…



1920'li yıllar… Kurtuluş Savaşı tüm hızıyla devam ediyordu. Giresun Bulancak'tan da oluşturulan gönüllü alaylar ülke için savaşmaya devam ediyordu. Savaş tüm zorluklara rağmen süregiderken, yıllar boyunca bu topraklarda yaşayan yabancılar için de bir söylenti ortaya çıkmıştı: Mübadele yapılacaktı!
Kökeni farklı olan Rum ve Türk aileleri doğduğu, büyüdüğü topraklardan ayrılıp zorunlu olarak göç edecekti. Giresun Bulancak'ın küçük bir köyünde yaşayan Mitos ve Yanya'da mübadele nedeniyle başka memlekete göç edeceklerdi. Kolay değildi elbet doğduğu- büyüdüğü yuvası olarak benimsediği evinden, toprağından ayrılmak…

Bahçesine diktiği ekinlere kendisinden sonra yerleşecek kişi iyi bakar mıydı, ya da arka yüze diktiği ağaçların büyümüş halini bir daha görebilr miydi? Mitos ve Yanya akıllarından geçen tüm bu soruları birbirlerini üzmemek için dile getirmiyordu.

Mübadele vakti gelip çatmıştı ve göç hazırlıkları başlamıştı.  Mitos her şeye çözüm getirmişti ama sadece bir sorun vardı: ‘’Büyüttükleri danayı kime bırakacaklardı?’’ Düşünmeye başlarken yan komşuları olan bizim büyük dedemizin annesine bırakmaya karar verirler. Büyükanne; ''Ben bunu siz tekrar gelene kadar bakarım'' der, birgün yeniden komşularına kavuşacaklarını umut ederek… 

Yıllar geçer, büyükanne vefat eder. Evlatları büyür, yeni hayvanları olur ve hayvancılıkla uğraştıklarından onları satarak geçimini sürdürürler.

 Mitos'un bıraktıkları danaya ne olduğunu merak edenleriniz için hemen söyleyeyim: Mitos'un yadigarı, büyükannenin kızı olan halamıza miras kalır.

 Büyükhala onu yetiştirir, büyütür ve Mitos’un yadigârı diye ayrı bir iltimas gösterir. Diğer hayvanları geçimini sağlamak  için satar ama zor durumda kaldığı zamanlarda bile onu asla satmaz. Olanca yaşına rağmen o danaya günümüzde de bakmaya devam eder. Çocukluğunda annesinin Mitos’un ailesini beklemesi gibi kendisi de gençliğinde Mitos ve Yanya’yı beklemeye devam eder. Hâlâ da beklemektedir: ‘’Birgün Mitos’un ailesi gelir de emanetlerini teslim alırlar’’ diye…



Saygılarımla Melike

3 Temmuz 2014 Perşembe

Belki de bu hikayenin kahramanları içimizden biridir...


                                                 
   ''KimseIere anIatamadım. Kendime biIe… OIa ki ağzımdan kaçırır, bir daha tutamam seni.'' 
                                                                                                                    Nazım Hikmet



                                                 Eleni ve Asım

         1960'lar. İstanbul'un henüz bozulmaya başlanmayıp, Boğaz'ın yosun kokusunun Beylerbeyi yokuşundaki konaklara estiği yıllar... Ülkede 68 kuşağının zeminini hazırlayan sağ-sol ayrımı yavaş yavaş olaylarla patlamaya hazırlanıyordu. Üç katlı Beylerbeyi Konağında, 'Eleni' ailesiyle birlikte yaşıyordu. 18 yaşındaydı. Sırma gibi sarı saçlara sahipti. 2 lisan konuşurdu. Edebiyat Fakültesinde öğrenim görmek istiyordu. Mahalledeki gençlerin diline dolanan duru güzelliği, dudağının yanındaki beniyle daha da belirginleşiyordu.


   
 Badem Konak'ın iki yanındaki Sultan Konağında ise Asımların evi bulunuyordu. 'Asım' babasının fırınında iki yıldır ustabaşılık yapıyordu. 19 yaşında kara yağız, kömür karası gözleri olan yakışıklı bir İstanbul çocuğuydu.

Eleni okuluna giderken Asım'ı görebilmek uğruna fırının olduğu sokaktan giderdi. Eleni için iki saniyelik bakışma, bütün gününe neşe katan mutluluk hadisesiydi. Asım da Eleni'ye karşı boş değildi elbet ama biraz da gençliğin verdiği heyecanla bir türlü açılamıyordu. Bu uzun bakışmaların sonu altı ayı bulmuştu. Asım kararlıydı: Eleni'yle konuşacaktı artık. Şimdiki zamanların 'konuşmakta ne var yahu' seslerini duyumsuyor gibiyim ama o zamanlar değil konuşmak, bir kızın gözlerine uzun süre bakabilmek bile müsaade işiydi...



 Eylül ayı'nın onyedisiydi... Asım  daha önce mahalledeki fotoğrafçı Neriman'dan Eleni'nin Edebiyat Fakültesi'nde okuduğunu öğrenmişti. Fırındaki işini erkenden bitirip Eleni'nin okuduğu Edebiyat Fakültesine doğru yola çıktı. Öğrenci olmayan birinin kampüse girmesi yasaklanmıştı. Bu nedenle fakültenin geniş pervazlı kapısının tam karşı bölümündeki ceviz ağacının önünde beklemeye koyulmuştu. Bir saat, iki saat derken en sonunda Eleni kapıda belirmişti. Fakat o da ne, yanında bir kız arkadaşı ve sol yanında da sarışın bir delikanlı görünüyordu.

Asım ne yapacağını şaşırarak hızlıca oradan uzaklaştı. ''Kimdi kendisinden başka Eleni'nin gözlerine bakarak gülümseyen adam?''. Asım bu soruyla yüzleşmeye çalışıyordu ama bir türlü iç sesine cevap bulamamıştı. Fırında ekmekleri ocağa koyarken, tahta parçalarını sert sürüklemeye başlamıştı. Eleni ise okula giderken geçtiği fırının önünden artık Asım'la gözgöze gelmemeye başlamıştı. Bir şey olmuştu diye içinden sayıklıyordu Eleni... Bir şey olmuştu... ''Acaba Asım'ın aklında başka biri mi var'' diyede kendini düşünmekten alıkoyamıyordu.

      Asım kafasına koymuştu. Gidip soracaktı ''kim bu sarışın çocuk'' diye. Bu sorunun kafasını kurcalaması yerine cevabını öğrenecekti.

İlk Konuşma

Birgün Edebiyat Fakültesindeki öğrencilerin çıkış saatini bekledi ve yolun kıyısından Eleni'nin karşısına çıktı : ''Kimdi o sarışın adam dedi?''. Evet ilk defa birbirlerinin gözlerine kızgınlıkla bakarak konuşuyorlardı. Eleni duraksadı ve ''hangi sarışın adam?'' diye sordu. Asım: '' Yeşil Parkalı çocuktan bahsediyorum'' dedi. Eleni'nin gözlerinden belli olan kızgınlığı biranda geçivermişti. En azından Asım'la fırında neden gözgöze gelmediklerinin cevabını bulmuştu.


Gülümseyerek yürümeye başladı. Ve birden duraksayıp saçlarını omzuna atarak: ''O Eczacılık Fakültesi'nden arkadaşımız ve en yakın arkadaşımın da görüştüğü çocuk'' diye söylendi.

Eleni önde Asım onun peşisıra cevabını buldukları sorunun gönül rahatlığıyla mahalleye doğru yol almışlardı. Asım daha sonra haftada en az iki kere Eleni'nin okul çıkışlarına gitmeye başladı. Eminönü'ndeki iskeleye kurulup balık-ekmeklerini tadıp, Çiçek Pasajı'nda en sevdikleri şerbeti içerek geleceğe yönelik hayaller kuruyorlardı. Tarihi Çınaraltı'na gidip çaylarını Üsküdara doğru yudumlarken bazen de hiç konuşmuyorlardı. Aslında ikisi de biliyordu suskunluklarının sebebini. İkisinin de önemsemediği ama ailelerinin şiddetle karşı çıkacağı iki ayrı kültüre sahiplerdi. Birbirlerine itiraf edemedikleri bu durum aslında ikisinin de kafasını kurcalayan en büyük sorundu.


       İlk olarak Asım ailesine açılmıştı. ''Badem Konak'taki Eleni'yi seviyorum ben'' dedi. Ve beklediği gibi de oldu... Baba Mehmet Efendi şiddetle karşı çıkıyordu. Annesinin evin içindeki haykırışlarını ise Asım duymak istemiyordu bile. Sultan Konak'taki tepkilerin aynısı Badem Konak'ta da gerçekleşiyordu. Eleni'nin büyükannesi ''bu evlilik asla gerçekleşemez'' diyordu. Fotoğrafçı Neriman'ın araya girmesi bile fayda etmemişti.


Asım Askere Gidiyor

     Durumdan haberdar olan Eleninin ailesi, kızlarını okula artık abisiyle yolluyordu. Asım ile konuşması yasaklanmıştı. Asım, fotoğrafçı Neriman'la birlikte küçük mektuplar yollamaya başlamıştı ama kısa mektuplar onların aşklarına yetmemeye başlamıştı bile. Birkaç ay sonra da Asım, babasının zoruyla askere gitmeye zorlandı.


 Ocak ayının yağmurlu ve kasvetli havasında fotoğrafçı Neriman'ın dükkanında buluştular. Asım Eleni'ye askere gideceğini ve geri geldiğinde ailelerini ikna edeceklerini, edemezlerse de mutlaka ikisinin birlikte bir hayat kuracağını söylüyordu. Tam bu anda ikisinin de elleri birbirini kenetliyken fotoğrafçı Neriman'ın deklanşör sesiyle bu anları ölümsüzleşmişti. Asım 20 gün sonra askere uğurlandı. Eleni ise, Asım'a verdiği sözü herbir an kendi içinde duyumsayarak okuluna yalnız gitmeye devam etti. Güzelliği okulda da farkediliyordu ama O, fakültedeki arkadaşlık isteklerini hiç düşünmeden reddediyordu.

Eleni Göç Ediyor

Günler ayları kovalarken, Eleni ailesiyle birlikte göç edeceklerini öğrendi. Zorunlu olarak doğup büyüdükleri topraklardan ayrılıp gideceklerdi. Kolay değildi ya insanın evinden, yurdundan sevdiklerinden komşularından ayrılması. Herbiri birbirlerine söz veriyordu en kısa sürede buluşacaklarına dair, tıpkı Asım'la Eleni gibi...




Maalesef dedikleri gibi olmadı. Buluşamadı onca yıllık dostlar birbiriyleriyle... Asım aylar sonrasında döndüğünde kendisini yıkan gerçekle de yüzleşti. Eleni artık İstanbul'da yaşamıyordu. Koştu Fotoğrafçı Neriman'a ve Eleni'nin başka topraklara göç ettiğini öğrendi. Öğrendikleri bununla da sınırlı değildi: Eleni ailesinin zoruyla, kendi kültüründen Mühendis bir adamla da nişanlandırılmıştı. Nişanlandırılmıştı çünkü bu Eleni'nin aldığı karar değildi. Hayat yavaş yavaş onları başka yerlere sürüklemişti...
.........







2003

Asım Eşinden Boşanıyor

Asım eşinden boşanmaya karar verdi. Ailesinin memleketten oğulları için getirttiği, aynı konağı paylaştığı teyze kızıyla evliliğini sürdüremeyeceğini fark etmişti. 2 çocuğu olmuştu. Asım'ın eşi; hiçbir zaman eşinin kendisini sevmeyeceğini bildiğinden kendisi de boşanmaya sıcak bakmıştı. Çok geçmeden de iki celsede boşanmaları sonuçlandı.

Asım'ın eşi -mahalleden duyduğu kadarıyla- babalarının Eleniyle yaşadığı hikayeyi çocuklarına zaman zaman anlatıyordu. Özellikle Deniz bu hikayeye en çok üzülenlerden biriydi.

Deniz Karşı Kıyıda

Asım'ın oğlunun uzun süredir yapmayı plandığı yolculuğun artık bir bahanesi de vardı. Work and travel gezisiyle, babasının geçmiş hikayesinin peşine düşecek ve Türkiye'nin karşı kıyısına geçecekti.

Fotoğrafçı Neriman'ın Eleni'yle olan mektuplaşmalarından Deniz birebir haberdardı... Aslında direk olarak babasının ağzından duymadığı hikayenin başkahramanı kadını aramaya karar vermişti. Gidecekti Eleni'nin doğduğu topraklara, babasının aşık olacağı kadını bulacaktı. Nitekim aklına koyduğunu gerçekleştirdi. Çok da zor olmamıştı Eleniyi bulmak...



      Mavi ahşap sandalyeli restorantın mutfak tarafını gören tarafında oturdu Deniz. Fotoğrafçı Neriman ablanın verdiği adres bu restorantı gösteriyordu. Evet evet burası olmalıydı! Karşı kıyıdaki Türk topraklarından görünen evlerin ışıkları adeta göz kırpıyordu. Deniz, menüden balık siparişi verirken bir taraftan da Eleni'yi tanıyabilmeyi diliyordu. Öyle ya aslında hiç de tanımadığı birinin izlerini arıyordu.

Deniz, fotoğrafçı Neriman'ın anlattığı kadarıyla ve kendi dünyasında hayal ettiğiyle Egeli güzel bir kadını karşısında görmeyi bekliyordu. Tam balıkların lezzetine kendini kaptırmışken, birden sol taraftaki mutfaktan çıkan birini farketti. Eleni bu olmalı diye içinden geçirdi... Dudağının yanındaki beniyle, hüzünlü gözleriyle Eleni öylece karşısında duruyordu. Şaşırmıştı. Bu hüzü gözlü kadında, olanca yaşına rağmen hiç eksilmeyen duru bir güzellik keşfetmişti.


 Deniz bir yolunu bulup Eleni'yle tanışmalıydı. Balıklarını tadarken, Eleni'yle gözgöze gelmeye başladı. Eleni bu anların birinde aniden duraksadı. Deniz'in gözlerine baktığında garip bir his duyumsamıştı. Uzaklardan duyulan memleket şarkısı gibi özlem duyduğu bir şeyleri anlatıyordu Deniz'in gözleri.

- ''Tatil için mi geldiniz?'' diye sordu Eleni.
- ''Evet öyle sayılır'' dedi Deniz. ''İstanbul'dan geldim''...

Deniz, Eleni'nin gözlerinin içine bakarak bir tepki vermesini bekliyordu. Eleni'nin daha önce karşı kıyıdan birçok Türk misafiri olmuştu. Ama sanki Deniz'in gözleri ona birini hatırlatıyordu. Deniz'in babası gibi siyah kömür karası gözleri vardı. Gözünün üstündeki ince çizgi babasından kalan genetik mirasdı. Bir süre daha İstanbul'dan, hayatlarından sohbet etmeye başladılar.


Farkında olmadan tam iki saattir konuşuyorlardı. Eleni, Deniz'i yolcu ederken kalacağı pansiyonun yerini de tarif etti. Pansiyon sahibinin yakın bir arkadaşı olduğunu da sözlerine ekledi. Hesabı ödeyip, sırt çantasını omuzladıktan sonra Eleni'nin karşı kıyıya doğru  uzaklara daldığını farketti Deniz. Kimliğini ve Beylerbeyi'nde oturduğunu gizleme gereği duymuştu. Babasından bahsedip Eleni'nin hüzünlü gözlerine bir yük daha eklemek istememişti.




      Deniz'in geçici süre konakladığı pansiyonun manzarası Türk topraklarını görüyordu.  Sanki kıyıdan taş atsa türk topraklarına isabet edecekti. Bu kadar yakın olmasına kendisi de şaşırmıştı. Work and travel programı sayesinde hem çalışıp hem de gezme fırsatını bulacaktı. Deniz bu üç aylık süreçte birkaç kere daha Eleni'ni restorantını ziyaret etti. Hatta bir defasında birlikte tavla oynayıp, Edebiyat Fakültesindeki anılarından bahsettiler birbirlerine.
Pansiyon sahibi Yaya'dan Eleni'yle ilgili birçok şeyi de öğrenmişti. Zorla evlendiği mühendis eşiyle yollarını ayırma kararı aldığını, boşandıktan sonra kızıyla birlikte restorantı işlettiğini, kızıyla sade bir hayatı tercih ettiğini...

Hep bir oğlunun olmasını istemişti Eleni. Belkide Asım'a duyduğu özlemi kendi oğlundan bir nebze de olsa giderecekti. Ama kızının olmasına da çok sevinmişti. Kendisi gibi sol dudağında beni bulunan kızı onun bu hayatta tutunduğu tek dalıydı.




      Eylül ayı geldiğinde, Deniz'in okul için Türkiye'ye gelmesi gerekiyordu. Uçağından bir gün önce kıyı restoranta gidip İstanbul'a gitme vaktiğinin geldiğini söyledi. Eleni doğup büyüdüğü toprakları anmış olacakki  ''Benim için Eminönü'nde balık ekmek yiyip, Kız Kulesine karşı da çay içer misin'' dedi. Kendisi bile ağzından çıkan sözlere şaşırmıştı. Ne de olsa göç ettikten sonra Türkiye'ye hiç ayak basmamıştı. Ama boğazı, Kız Kulesini özlediğini her fırsatta kendi içinde duyumsuyordu. Kolay değilya, İstanbul Boğazını gören bir daha asla unutamazmış. Kaç şehirde vardıki bu denli cezbedici bir manzara. Kaç şehrin yüreğinden deniz geçiyorduki...


Asım, unutamadığı eski aşkının Türkiye'nin karşı kıyısında olan topraklarda yaşadığını biliyordu. Kendilerini ayıran, aslında bir nevi kendilerini de birleştiren şeyin denizin mavi suları olduğunu  bildiğinden oğlu doğduğunda ismini Deniz koymuştu. Bir denizin ayırdığı sevgilisine, başka bir denizle kavuşacaktı...

Deniz, Türkiye'ye döndüğünde gezdiği topraklar konusunda babasıyla hiç konuşmadı. Eleni'yle tanıştığından ise bahsetmemişti bile.. Tüm olaylara tanık olan fotoğrafçı Neriman, Deniz'in Eleni'yle tanışmasından da haberdardı. Eleni'nin artık yalnız bir kadın olduğunu duyunca ''kimbilir belki de, neden olmasın'' diye kendi içinden geçirmişti bile... Aslında Deniz de babasının Eleni'yle tekrar karşılaşmasını istiyordu. Babasının annesiyle severek evlenmediğini her fırsatta hissediyordu. Kendisinin bir aşk çocucu olmadığını da. Ama babası, oğluna bunun tam tersi şeklinde davranıyordu. Oğlu ve kızıyla arasında sıkı bir bağ örülüydü.
..........

2004 Mayıs,


Asım Eleni'nin Yaşadığını Öğreniyor

Asım artık her şeyden haberdardı. Oğlunun Eleni'yle tanıştığını duymuştu. Çok uzun süre düşündü. Tekrar onu görmeye cesareti var mıydı diye. Yüreğinin bir tarafı Eleni'yle tekrar görüşmek için yirmi yaşındaki hali gibi heyecanlıydı. Diğer tarafı ise, Eleni'nin kendisini unutmuş olacağını düşünüyordu. Öyle ya, yıllar geçmişti, belki de evlendiği eşine aşık olmuştu. Hayır hayır, böyle bir şey olamazdı. Öyle olsa eşinden niye boşanacaktı ki. Acaba gülümsediğinde daha da belirginleşen beni hala aynı güzellikte miydi? Peki ipek gibi uzun saçları hala duruyor muydu? Ya elleri birbirleriyle kavuştuğunda duyduğu sonsuz güven duygusu? Soru işaretleri beynini kemirirken kararını farkında olmadan vermişti Asım. İlk fırsatta oğluyla birlikte Eleni'yi ziyaret etmek için gidecekti kıyı restoranta.
.........

Eleni Deniz'i görünce gözlerine inanamadı. ''Sen'' dedi yarım türkçesiyle. ''Hoşgeldin Deniz!''. Tekrardan mı ziyaret etmek istedin burayı?''. Evet dedi ama bu sefer bir misafirim de var yanımda; babam. Birazdan o da gelecek buraya.

Eleni yavaş yavaş yaz sezonuna hazırladığı restorantın hemen üst katındaki evde yaşıyordu. İstanbul'dan hatıra olarak aldığı, saçlarını geriye doğru taradığında taktığı gümüş tokayı, içine doğmuşçasına o gün kullanmak istemişti. İstanbul'dan gelen misafirini sıkıca kucakladı. ''Özlemişsindir buranın balığını'' dedi ve hemen sahildeki masaya oturdular.


Deniz, Eminönü'nde balık ekmek yerken Galata Köprüsü'nde çektirdiği fotoğrafı Eleni'ye uzattı. Çok sevinmişti Eleni. Yıllardan sonra ilk kez Galata Kulesinin ve Kız Kulesi'nin fotoğraflarına bakıyordu. Kartpostalla çekilen fotoğraf hiç gerçek fotoğrafın yerini tutar mıydı.

Fotoğraflara dalıp, İstanbul'un boğaz kenarının ne kadar kalabalıklaştığını seyrederken, Deniz'in  ''İşte babam da geldi'' sözünü duyumsadı. Nemli gözleriyle sandalyesinden kalkıp, hoşgeldiniz demek için arkasına döndüğünde elindeki fotoğrafları masanın üstüne düşürüverdi. Elleriyle sıkıca masayı kavradı. İnanamıyordu. Doğru muydu bu. Gözlerini sıkıcı yumma isteği duydu.


Yıllar Sonra Gelen Buluşma

Gözlerini açtığında, Asım tam 38 yıl sonra karşısında duruyordu. İnanamış olacakki, ''Sen'' diye sayıklamaya başladı. Deniz'in gözlerinin neden bu kadar tanıdık geldiğini artık anlamıştı Eleni.
Kırk yıllık özlemle, hiç bir çekince duymadan uzun uzun  sarılmaya başladılar. Asım, Eleni'nin hala aynı kokan kokusunu içine çekti.

Deniz, yalnız kalmaları gerektiğini düşünmüş olacak ki, masada onları yalnız bıraktı. Ne tuhaf babasının ilk kez bu denli saklamadan gözlerinden yaş geldiğini görüyordu. Bir süre hiç konuşamadılar. Konuşmaya nereden başlayacaklarını bilemiyorlardı ki...

Eleni kendine geldiğinde: ''Çok bekledim seni'' dedi. ''Birgün geleceğini hissediyordum''. Birbirlerinin yüzlerine yabancı kalmışçasına, gözlerini kaçırmadan uzunca bakıştılar. Heyecandan ne konuşacaklarını bilemiyorlardı.

Asım, aklına gelmiş olacakki, cüzdanının fermuarlı gözünden bir fotoğraf çıkardı. Neriman'ın ikisini ölümsüzleştirdiği fotoğraf, Asım'ın cüzdanının baş köşesinde sayısını bilmediği senelerce duruyordu. Oysa Eleni bilmiyordu, Asım'ın tek başına kaldığında fotoğrafının ona eşlik ettiğini...

2005,

Fotoğrafçı Neriman'a bir zarf  uzattı Deniz. Neriman meraklı bakışlarıyla hızlıca zarfı açtı ve yabancı yazılarla yazılan bir davetiye olduğunu fark etti. Bu kimin demeye gerek kalmadan, çığlık atmaya başladı.

Evet! Neriman Asımla Eleninin yarım kalan filminin devam edeceğinin kanıtı olan davetiyeyi ellerinde tutuyordu artık...

Asımla Eleni 40 yıl sonra yaşamlarını birleştiriyordu...

Sevgilerle,
Melike

     

14 Şubat 2014 Cuma

ŞUBAT'A NOT

                                                                   ŞUBAT'A NOT


Ne zor şeydir insanın kalbinin yerinden fırlayacakmış gibi çarpmasına sebep olan, midesinde kelebekler uçuşup onu gördüğünde içten içe heyecanlanmasına sebep olacak 'o' kişiyi bulması...

Ne kadar güzel bir şeydir, bu heyecanı yaşaması bir insanın. İnsan aşık olunca herkesin bu muhteşem duyguyu yaşamasını, yalnız kişilerin de bunu tatmasını ister. Çünkü sen de insansın, o kalbin atmaya devam ettiği sürece, böyle bir şeyi illaki yaşayacaksın.

Eğer güzel giden, uzunca yıllar birlikte olduğun o veya bu sebeple ayrıldığın birisi varsa bugün için tekrar dur ve düşün: Değer miydi onca yılın ardından yolları ayırmaya?





O kişinin ellerini tuttuğunda müthiş bir güven duygusu ve sıcaklık hisseden, gözlerine baktığında doyamayan, birlikte saçma bir konu üzerine bile saatlerce kahkaha atan, onu kıskandırmaya çalıştığında karşındaki tepinme hareketlerini izlemeye bayılan, yeri geldiğinde ailenden bile saklayıp, paylaşamadığın içinde biriktirdiğin konuları sadece o kişiyle paylaşan SEN değil miydin? Şimdi tüm bunları yaşadığın kişiyle 'nasıl bir aşılamayacak problemin olabilir ki senin?'



Hata yaptığında, yada içinden çıkılamayacak bir durumda kaldığında, işini, itibarını, paranı kaybettiğinde 'yanında olabileceğini' düşündüğün kişinin elini tutmayı bırakacak kadar aptallık yaptıysan, fazlaca vakit kaybetme güzel kardeşim. Ara bir alo de, o sesi tekrar duyduğunda sen de onu ne kadar özlediğini anlayacaksın. Emin ol bundan.

Bak güzel dostum, günlerin ne kadar hızlı geçtiğini artık sen de fark ediyorsun. Dön ve bak düşün: Üniversiteden mezun olalı kaç yıl olmuş diye, yada 18'inden sonraki yılların ne kadar çabuk geçtiğini.



Hayat öyle senin sandığın kadar da uzun değil. O çok sevdiğin erkek arkadaşlarınla yada kız arkadaşlarınla vakit geçirdiğin anlar artık kısıtlı olmaya başlayacak. Çünkü onların da öncelikleri değişecek hatta değişiyor bile...


Arkadaşlarının düğününde altın takmaya başlamışsan, onların çocukları sana teyze, amca demeye başlamışsa yılların çabuk geçtiğini anla ve sen de saçma bir sebep yüzünden bıraktığın kişinin elini tekrardan tutabilmek için harekete geç!



Eğer güzel giden bir ilişkin varsa da, onu bırakma sıkı sıkıya sarıl. Her kavgada çekip uzaklara gidecekmiş gibi davranma. Çünkü çekip gittiğinde karşındaki kişi de sana olan kızgınlığıyla birlikle, yaşadığı o boşluğu da hesaba katarsak büyük hatalar yapmaya başlayacak. Bu senin yüzünden gerçekleşecek! Belki de böyle bir hatayı sen yapacaksın. Garantisini verebilir misin yapmayacağının?




Şimdi bloğuma Yılmaz Özdil'in bugün köşesinde yazdığı sözlerle veda ediyorum ki daha iyi anla diye yazdıklarımı:

''Memlekette her şey kötü gidebilir, tarihin en karanlık, en umutsuz günleri yaşanıyor
olabilir. Acı çekeriz, mücadele ederiz, direniriz, gün gelir illa ki düzelir. Ama o kızı
kaybedersen... Senin için hayatın boyunca hiçbir şey asla düzelmez. Git, tut elinden.'' Yılmaz Özdil

                                                            Evet git, tut elinden onun!  








Sevgiler Melike





30 Ocak 2014 Perşembe

Sorry Seems To Be The Hardest Word


Sorry Seems To Be The Hardest Word



What have I got to do to make you love me
What have I got to do to make you care
What do I do when lightning strikes me
And I wake to find that you're not there
What do I do to make you want me
What have I got to do to be heard
What do I say when it's all over
And sorry seems to be the hardest word
It's sad, so sad
It's a sad, sad situation
And it's getting more and more absurd
It's sad, so sad
Why can't we talk it over
Oh it seems to me
That sorry seems to be the hardest word
What do I do to make you love me
What have I got to do to be heard
What do I do when lightning strikes me
What have I got to do
What have I got to do
When sorry seems to be the hardest word
(Elton John-Bernie Taupin)




Sevgiler
Melike

27 Ocak 2014 Pazartesi

BU TOPRAKLARIN SESİ

                                                 
                                                       BU TOPRAKLARIN SESİ
Özlenenlere...
Limon ağaçlarını sever misiniz? Bana özlediğim bir şeyi anımsatır hep. Her bir ağaç dalından yükselen o sarı tohumlar, uzaklardan gelen memleket şarkısı gibi...



Son dönemde Karadeniz müzikleri yapan gençlerin sayısı hızlıca arttı farkında mısınız? Şu yarışma programlarında, sokakta, metroda ve daha birçok yerde kemençe ve gitarın uyumunu duymaya başladım. Birçok kişi de Karadenizli olmamasına rağmen, bizlerden daha çok dinliyor ve müptelası oluyor. Demek ki 'bir enstrümanın hangi yöreye hitap ettiği değil hangi gönüllere hitap ettiği önemli'. 
Selçuk Balcı'ya ait bu söz de... 





Kendisinin albümü yokken, hiçbir tv'de görünmeye başlamamışken aslında çoğu kişi tarafından tanınıyordu. Youtube'da bestelediği şarkılar izlenme rekorları kırmaya başlayınca; 'Deniz Üstünde Fener'le Karadeniz'in hırçın dalgalarının sıcak melodilerini duymaya başladık.


Naif sesli biri daha var. Adı Resul Dindar. Karmate grubundaydı. Yoluna solo olarak devam etmek istedi. Hopa'lıydı. 'Nayino' dedi, 'Kendine İyi Bak' dedi ve beni mest etti. Herbir notanın çıkardığı dinlendirici sese kulak vermelisiniz siz de.





Ahmet Kaya'dan alışageldiğimiz ama Karmate'den Resul Dindar yorumuyla benim aşikar olduğum bir şarkıdır: Kendine İyi Bak ->



Yan yana geçen geceler unutulup gider mi
Acılar birden biter mi
Bir bebek özleminde seni aramak var ya
Bu hep böyle böyle gider mi.

Suya hasret çöllerde beyaz güller biter mi
Dikenleri göğü deler mi 
Bir menekşe kokusunda seni aramak var ya
Bu hep böyle böyle gider mi.

Kendine iyi bak beni düşünme
Su akar yatağını bulur,
Kendine iyi bak beni düşünme
Su akar yatağını bulur, 

İçimdeki fırtına, kör kurşunla diner mi
Kavgalar kansız biter mi
Bir mavzer çığlığında seni aramak var ya
Bu hep böyle böyle gider mi

 Şu kahpe dünya seni bana düşman eder mi
Dostluklar birden biter mi 
Bir kardeş selamında seni aramak var ya
Bu hep böyle böyle gider mi

Kendine iyi bak beni düşünme
Su akar yatağını bulur,
Kendine iyi bak beni düşünme
Su akar yatağını bulur.

Youtube'da dolaşırken sadece sokakta ekibiyle şarkı söyleyen ve bunun dışında sokak sanatçısı sıfatından asla kopmak istemeyen birinin videosuna denk geldim. İsmi 'Koray Avcı'. Ankara Metrosu'nda tiyatral bir gösteriyle Volkan Konak şarkısını muazzam bir şekilde seslendiriyor. E tabi topladığı bahşişlerde azımsanacak gibi değil. Giresun Gazi Caddesi'nde de yine bir sokak gösterisi yapmışlar. İdeolojik bir sanatçı duruşu sergilemeleri de ayrı bir güzel geldi bana.




O Ses Türkiye'de bu sene Karadeniz rüzgarı esti. Benim favorim iki yarışmacı vardı. Biri isminden de Karadenizli olduğu anlaşılan Hızır'dı. Rizeliydi. Manga'dan Cevapsız Sorular'ı seslendirdi. Aman yarebbim o ne sesdi:) 

İkincisi ise Özhan'dı. Onun da sahne performansı ve asi duruşuna söylenecek fazla laf yoktu. 




Benim gibi amatör sesleri takip eden birisiyseniz mutlaka bu sesi duymuşsunuzdur. Ben kendisinin sesini severek dinledim. Ayrıca kendilerini amatör diye tanıtsalar da bence profesyonellere taş çıkartır. Onur Koç yolun açık olsun genç!



 Lütfen mekan sahipleri bizlere bu gençleri dinleme fırsatını daha fazla sağlasın. Menajerlerine veya kendilerine çok kolay ulaşabilirsiniz.

Tüm bu gençlerden bahsetmişken, Kazım Koyuncuyu unutmamak gerekir. Her bir yıldız senin için parlasın bu gece...

İşte Gidiyorum





Sevgiler
Melike








20 Ocak 2014 Pazartesi

Önce Kendini Sorgula Sonra Yazılan Şiirleri



Herkesin kendini motive etme şekli vardır, var e olmalı da. Benimki de yazı yazmak. Kendi iç dünyamda hesaplaşmalar yaşayınca, yada 'ben naptım, niye böyle oldu?' diye kendimi sorguladığımda kabuğuma çekilirim. Düşünürüm, düşünürüm... Sonra kafam esince yazmaya başlarım. Bu 7'den 70'e herkeste aynıdır. Evet itiraf et sen de kafan attığında ya içki kadehine, ya futbola yada başka bir şeye sığınmaz mısın? Yada olay yerinden uzaklaşmaz mısın? 


Evet farkındayım, planlanan şeyler her zaman istenildiği gibi gitmez. Bak bunu kabullenin işte. Gitmiyor, gitmez, gidecek diye bir kural yok. Ama birilerine yada bir şeye suçu atmak da haksızlık değil mi? Evet öyle. Ama pek de öyle düşünemiyoruz değil mi? 

Bu arada blogumda yazdığım yazıyla ilgili teşekkürlerini iletenler oldu. Burda ben kendi dünyama sesleniyorum. O yüzden teşekküre gerek yok.


Bugün birkaç şiirle devam edelim mi? Nazım Hikmet, Cemal Süreya yada Ümit Yaşar Oğuzcan.

Kulak vermeli bu Pazartesi'de onlara...







Dışarıya yağmur,
yüreğime hasret,
fikrime sen..
Nasıl yağıyorsunuz üçünüz birden
bir bilsen…













SEVGİLİM, BİR GÜNÜN                                                                            



Sevgilim, bir günün ortası şimdi
Taşıtlar hızla gelip geçiyor, her yer kalabalık,
Ben seni düşünüyorum bir bodrum kahvesinde
Uzat bana uzat ellerini
İzinli askerler görüyorum, kırıtarak yürüyen işçi kızlar 
İstanbul her günkü yaşantısı içinde, uğultulu,
Güvercinler güneşten bir sessizliği biriktiriyor
                                                                                                               


Ben seni düşünüyorum seni
Hani tıpkı o ilk günlerdeki gibi
Kalbim diyorum kalbim
Daha dün tezgâhtan çıkmış bir su sayacı gibi
Aşkı anılar besliyor düşler kadar
Bu yüzden diyorum ki aşk eskidikçe aşktır
Sevgi eskidikçe sevgi.

Günümüz ekmeğimiz, türkümüz
Çoluğumuz çocuğumuz
Binalar yan yana yükselip gidiyor
Vapurların ağzı köpük içinde
Uzaklarda ne kapılar açılıyor
Tirenin biri bir istasyona varıyor
Ordan çıkıyor biri.

Her şey biliyor her şey
Sen biliyor musun bakalım
Seni nice sevdiğimi?
Üstüne titrrediğimi?

Geldiğimi?
Gittiğimi

Hadi!


Cemal SÜREYA






"...Yani,öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
Yetmişinde bile, mesela zeytin dikeceksin,
Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
Ölmeken korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
Yaşamak yani, ağır bastığından…"

Nazım Hikmet RAN











HER GÜN SENİNLE

Güzel olan 
Her günü seninle tekrar tekrar yaşamak 
Erimek yarını olmayan zamanlarda 
Durdurmak bir yerde bütün saatleri 
Bütün kuralları kırıp parçalamak 
Sonra varmak o yerlere 
Mevsimlere dur demek 
Kar yağarken çiçek açtırmak ağaçlara 
Güneşi bir akşam saatinde tutup bırakmamak 
Sonra doldurmak ay ışığını kadehlere 
Delicesine içmek                                                                            


Ve unutabilmek her şeyi ansızın 
Sevmek seni en yücesiyle sevgilerin 
Birlikte geçmiş, gelecek bütün çağları aşmak 
Güzel olan 
Sevmek seni Tanrılar gibi 
Seninle Tanrılaşmak... 

Bir gün bu akan sele dur diyeceğim, göreceksin 
Ne bu şehir kalacak 
Ne bu duygusuz sürü 
Bu korkunç kalabalık 
Her vapur seni getirecek bana 
Bütün istasyonlarda seni bekleyeceğim 
Kapılar sana açılacak 
Senin için söylenecek şarkılar 
Şiirler senin için yazılacak 
Her evde bir resmin 
Her meydanda bir heykelin olacak 
Ve sen kimi gün bir rüzgar gibi 
Kimi gün denizler gibi, bulutlar gibi 
Kopup ötelerden, ötelerden 
Yalnız bana geleceksin 
Bir gün bu akan sele dur diyeceğim göreceksin. 

Ben eskimeyen tek güzelliği sende gördüm 
Sende buldum erişilmez hazları 
Yanında sıyrıldım korkulardan, yalanlardan 
Duyguların en ölmezini sende duydum 
Susuzluğum dudaklarında dindi 
Yalnızlığım ellerinde 
Çoğu gün unuttum açlığımı 
Sende doydum... 

İlk defa seninle bütünlendim, anlıyor musun 
Anladım yaşadığımı her nefes alışta 
Seninle geçtim bütün zamanlardan 
Seninle var oldum 
Eridim seninle bir sonsuz çalkanışta. 

Boynunda bir yer vardır, ben bilirim 
Ne zaman oradan öpsem, 
Değişir gözlerinin rengi 
Yanar dudakların, terler avuçların 
Dökülür kapkara aydınlık gibi 
Omuzlarına saçların 
Gitgide artar kalbinin vuruşları 
Bir musiki halinde dünyamı doldurur 
Ansızın bütün sesler kesilir 
Zaman durur 
Bir baş dönmesi başlar o en yükseklerde 
Her gün seninle yeniden var oluruz 
Eriyip kaybolduğumuz yerde... 

Sesini duymadığım gün 
Yaşanmış değil 
Açan çiçek değil 
Öten kuş değil 
Yüzünü görmediğim gün 
İçimde yıldızlar sönük 
Güneşler güneş değil 
Seni sevmediğim gün 
Seni anmadığım gün 
Olacak iş değil... 

Her günüm seninle geçsin 
O güneşe en yakın 
Kimsenin varamayacağı bir dağ başında 
Uçsuz bucaksız uzak denizlerde 
İnsan ayağı değmemiş ormanlarda 
Uzaklarda, en uzaklarda 
O gemilerin uğramadığı limanlarda 
Işığım ol, alınyazım ol benim 
Vatanım ol, evim ol 
Yeter ki bir ömür boyu benim ol 
Her günüm seninle geçsin... 


Ümit Yaşar OĞUZCAN




Sevgiler


Melike


17 Ocak 2014 Cuma

Eş ve İş Dedik En Önemli Karar Dedik


                                          Eş ve İş Dedik En Önemli Karar Dedik

Bir insanın hayatında verdiği en önemli iki karar; meslek ve eş seçimidir. İkisi de bir insanın hayatının mutlu ve huzurlu geçmesini sağlıyor. Çevrenize bir bakın iki konuda da isabetli karar vermiş kişilere; gülerken gözlerinin de içinin güldüğünü fark edeceksiniz.(Darısı başımıza)

                                                                    EŞ
                                                                                                   

             
İŞ